6 Temmuz 2018 Cuma

BUGÜN YOLUNUZDA NE KADAR YÜRÜDÜNÜZ?





Başarılı insanların da bizler gibi olduğu ortadadır. Bizim gibi, yerler içerler ve sıradan görünen şeyleri yaparlar. Bütün bunlarla birlikte elbette onların da günü yirmi dört saattir ve başarının anahtarlarından biri işte bu yirmi dört saate karşı takınılan tutumdur. Herkese eşit şekilde verilen yirmi dört saate karşı insanların takındığı tavırdır.

Başarı günlük rutinlerinizde gizlidir. Her şey, yeme içme düzeninde, uyuma düzeninde başlamakta. Eğer hedeflediğiniz şeylere ulaşmak için sabah saat yedide kalkmanız gerekiyorsa, ve siz de bunu beceremiyorsanız, hedeflerinizi gözden geçirmelisiniz. Sabah saat yedide kalkmanızı gerektirmeyen bir hedef seçmelisiniz. Bu denli erken kalkmadan da başarılı olabilirsiniz. Geceleri çalışıp sabahları uyuyabilirsiniz. Buradaki can alıcı nokta hedeflerinizin günlük yaşamınızı düzenlemesi gerektiğidir. Ne kadar yediğiniz, kilonuz, ve ilk bakışta sıradan görünen bir çok şey, hedefinizle yakından ilgilidir.

Öncelikle başarının sizin için ne olduğunu belirleyin. Belirlediğiniz ve başarı olarak tanımladığınız şeyin neleri gerektirdiğini ortaya koyun. Başarı olarak tanımladığınız hedef ne olursa olsun, köklerinin günlük yaşam içinde olduğunu göreceksiniz. Büyük olarak tanımladığınız işlerin en yakın planda şekillendiğini farkına varacaksınız. Yabancı bir dili öğrenmenin sabahları bir saatinizi düzenli olarak bu işe ayırmanızla, ya da bir gün iyi bir konuşmacı olmanızın her gün zaman ayırıp bir şeyleri dinlemenizin yakından ilgili olduğunu göreceksiniz.
Bu açıdan "başarı günlük rutiinizde gizlidir" sözü bir baş ucu ilkesidir.
-----------
savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



ÖĞRETMENLER-EĞİTMENLER, KÖTÜ İNSANLAR MIDIR?





Öğretmenlerin, kötü insanlar olduklarını düşünmüyorum. Kötü insanlar, öğretmenlik yapamazlar. Bu, öğretmenliğin doğasına terstir. Ama her öğretmen, her insan gibi zaman zaman kötü olabilir.

Öğretmen, ne zaman kötü bir insan olur. Öğrencisinin, öğrenmesini engellediği ya da gereksiz yere yavaşlattığı zaman. Size bir örnek vereyim.

Ben İngilizce öğrenmeyi çok seven bir çocuktum. Asıl pay, İngilizce bilen ve bunun getirdiği farkı bizzat gösteren babamın olsa da, elbette öğretmenlerimin de yabancı dil öğrenmeyi sevmem de payı var.

Ama İngilizce öğretmenlerimin hiç biri, bana İngilizce kitaplar okuyabileceğimi, kasetler dinleyebileceğimi söylemedi. Bunun sebebi, belki de diğer öğrencilerin ilgisizliğiydi. Ama ben ilgili bir öğrenciydim ve ders dışında yararlanabileceğim kaynaklar hakkında bilgi almak, benim hakkımdı.

Bir gün, büyük bir kitap mağazasında dolaşırken İngilizce hikaye kitaplarını keşfettim. Bunlar seviyelendirilmiş kitaplardı ve hemen alıp okumaya başladım. Bu okuma sürecinin başlamasıyla, benim İngilizce’ye olan ilgim ve İngilizce bilgim de arttı. Öğretmenlerim, bana bir şeyler öğretmişlerdi. Ama benim algı sistemimi, ki çok açıktı, keşfetmeye ya da görmeye teşebbüs etmedikleri için, bana herhangi bir kitap ya da araç tavsiye etmemişlerdi. Bu da, dil aysberginin görünmeyen kısmıyla benim aramda bağ kurmamaları demekti. Evet, bir şeyler öğretiyorlardı ama asıl kaynağı bana göstermemişlerdi.

Öğrencilerini, kaynaklara bağlamayan, onun algı sistemlerine göre araçlar ve kaynaklar önermeyen öğretmenler, kötülük yaparlar. Kötü insan değillerdir, ama kötülük yapmaktadırlar.

Bu açıdan, bir yetişkin, bir eğitimci ya da İngilizce öğretmeni olarak, insanları kaynaklarla buluşturmaya çalışırım. İnsanların benden bağımsız olarak ta öğrenebilmeleri onların hakkıdır. Bu hakkı onlardan alamayız.

Bugün, her türlü kaynak elimizin altındadır. İnsanlara sağlıklı kaynaklar önermek te eğitimciliğin bir gereğidir. Sizinle öğrenebilen, ama siz yokken öğrenme becerisi olmayan öğrencileriniz olsun ister misiniz?

Ben istemem.
-------------------

savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



İNSANLARI KAYNAKLARA ULAŞTIRMAK O KADAR ZOR MU?





Her yerde, ama her yerde konuşan insanlar var. Bu insanlar anlatıyor, anlatıyorlar ama üzerinde durdukları konuyla ilgili bir kitap, bir film ya da başka bir kaynak önermiyorlar. Problem nedir?

Tamam, bazı konularda kaynak verilmez. Mesleki sırlar olabilir. Ama neden öğretmenler, sözgelimi kitaplar, dergiler önermezler? Bir insan sevdiği bir konu hakkında saatlerce konuşur da, neden o konu hakkında herhangi bir kaynak tavsiye etmez?

Bırakalım karşımızdaki insan kendisi bulsun, kendisi anlasın biraz. Hiçbir şeyi olduğu gibi yansıtamayız zaten. İnsanlar bizim anlattığımızla yetinmesinler, gitsinler kaynaklardan öğrensinler. Belki de konunun benim ilgimi çeken tarafı onun ilgisini çekmiyor, belki benim anlatmayı unuttuğum bir şey, ona daha ilginç gelecek. Bu, sizin kontrolünüzde olan bir şey değildir. Bir konunun ne tarafları size yakın gelirse onlardan söz edersiniz. Elimde menü varken, ben neden ona menüyü vermek yerine sadece hoşuma giden yemeklerin adlarını sayıyorum.

Tabi akl-ı evvel bazı insanlar, buna tembellik diyecekler. Tembel olmadığımı ispatlamak için anons hoparlörü mü olayım? Öğrencilerim geliyor, bana soru soruyorlar. Onları daha iyi bilen birine götürüyorum, ya da bir kaynak öneriyorum. Otursun saatlerce inceleyebilsin, bana yeni sorularla gelebilsin diye. Bir insana kaynak önermek aslında başınıza iş açmaktır. Okuyan, araştıran birisi, size daha çok soruyla gelecektir. Bakalım o soruları cevaplamak ya da cevapların olduğu kaynakları bulmak o kadar kolay olacak mı?

Eğitimciler, verecek bir mesajı olan ağabeylerim ablalarım, saatlerce konuşmanıza gerek yok. O vaizlerin, hatiplerin işi. Her soruya bir kitapla, bir CD, bir kaset ya da bir web adresiyle karşılık verebilirsiniz. Yormayın kendinizi deli gibi, insanları kaynağa ulaştırın.

Ama insanları kaynaklara ulaştırmanın da incelikleri var. Önce konu hakkında kısaca bilgi verebiliriz. İnsanları yönlendirmek, kaynakları nasıl kullanacaklarını anlatmak gerekir. Ama bir kitaptan, dergiden ya da başka bir araçtan öğrenebilecekleri şeyleri insanlara saatlerce anlatmayın. Yazık zamanınıza. Ciddi olarak soruyorlarsa, nasılsa gidip kaynağı incelerler. Ciddi değillerse boş verin gitsin. Sadece üç beş dakikalık bir sohbet için sizi kullanıyorlar demektir.

Bana insanlar sık sık nasıl İngilizce öğrenilebileceklerini sorarlar. Aslında bu, refleks bir tavırdır. Bir İngilizce öğretmeniyle tanışan kişiler, refleks olarak, düşünmeden ve aslında cevabıyla da pek ilgilenmekleri halde bu nasıl İngilizce öğrenebileceklerini soruverirler. Fakat ben, daha çok kartımı veririm. Başka zaman beni aramasını söylerim. Geri dönen elbette azdır. Ayaküstü verdiğim bilgi, zaten hora geçmeyecektir. Hem bilginin manevi değeri düşer, hem ben kendimi boşa yormuş olurum.

Bana sözgelimi ticari projemle (elektronik ticaret) ilgili soru sorarlar. Hemen bir site adresi veririm. Konuyla ciddi olarak ilgileniyorlarsa, randevu alırım. Randevu vermeyi ya da verdiğim bir kitabı ya da dokumanı incelemeyi reddediyorlarsa, hiç kendimi yormam. Konuyu değiştiririm. Her şeyi manav tezgahındaki meyveler gibi “mıncıklayıp” bırakmaya alışmış olan populist insanlarla zaman kaybetmeye gerek yok diye düşünürüm.

İlgilendiğiniz hiçbir şeyi, ayak üstü sohbetlerin konusu yapmayın. Karşınızdaki insanların ciddiyetine inanmadan, bilgi vermeyin. Bilgi kutsaldır ve ciddiyetle talep edenlere verilir.
-----------

savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



İNSANLARI BİR KONUDA KATILIMA DAVET ETMEK AYIP MIDIR?




İnsanlardan bir şeyler istemek ayıp mıdır? Bu ne istediğinize ve nasıl istediğinize bağlı. Fakat insanlardan yardım istemek, onlardan bir şeyler rica etmek elbette doğal.

İnsanların bir konuda katılımı talep etmek, benim için de zordu. Sözgelimi, hayır işleri için ya da ortaklığa dayanan bir proje için onların kapısını çalmak, zaman zaman zor gelebiliyordu. Ama bu duyguyu zaman içinde yenmeye çalıştım ve artık o kadar zorlanmıyorum.

Öncelikle kendime inanmayı öğrendim. Benim içinde olduğum bir proje önemliydi ve başka insanlara anlatmaya da değerdi. Başka insanlara anlatmaya değer görmediğim bir projede benim de yer almamam gerekirdi.

Bazen insanların kaprislerinden çekiniriz ve onlardan projelerimiz konusunda katılım talep edemeyiz. Aslında bir insandan, bir konuda katılım beklerken, onun esiri olmayı da vaad etmiyoruz. Sözgelimi, evlenme teklifi, elbette “kölenizim” anlamına gelmez. Bu açıdan, insanlara bir proje götürürken onlar için de yararlı olduğuna inanarak gidiyoruz. Kayıtsız şartsız onların söyleyeceklerini yapmak için gitmiyoruz. Dolayısıyla ortak bir anlaşma noktası bulmamak ta mümkün ve doğaldır.

İçinde olduğunuz ve yararlı olduğuna inandığınız her projeyi insanlara götürün derim. Özellikle de bir şeylerden şikayet eden, negatif enerji sızdıran insanlara gidin. Ya size katılacaklar ya da artık sizin yanınızda şikayet etmeyeceklerdir.

Gençlerin gittikçe kötüye gittiğini söyleyen insanlara, istedikleri gibi gençler yetiştirmek için burs vermelerini, okul yapımlarına katkıda bulunmalarını teklif edin. Bakalım ne yapacaklar? Korkmayın, onlar düşünsün. Sabah akşam şikayet ettikleri konularda bakalım samimiyetle harekete geçecekler mi? Sadece “mızıldanmayı” mı yoksa gerçekten çözümün bir parçası olmayı mı seçecekler?

Zaman zaman dostlarımızı yitirmekten korktuğumuz için onlardan katılım istemeyiz. Aslında size katılmasalar da yine dost olarak kalabilirsiniz. Ama dostluğunuzu da sorgulamaya başlarsınız. Dostum dediğiniz bir insan, sizin inandığınız bir projeye destek vermiyorsa, ister istemez oturup düşünürsünüz.

Bazen da egolarımız ağır basar. İnsanlardan bir şeyler istemek, onların bazen gerçekten “saçma sapan” olan tepkilerine göğüs germek ağır gelir. İşte burada projenize olan inanç devreye girer. Projeniz gerçekten insanlık için hayırlıysa, dostlarınızı kaybetmekten korkmayın, egonuzu cebinize koyun. Yararlı ve güzel bir projede içindeyseniz, yeni dostlar sizi bulacaktır.

İnsanlardan isteyin. Dünya daha güzel bir yer olacaksa, bu sadece bizim sayemizde olmayacak. Sözgelimi uyuşturucuya karşı ve etkili bir projenin içindesiniz, bu projeyi herkese götürün. Herkesin sevdikleri, akrabaları ya da çocukları tehdit altında değil mi? Bu onların da sorunu değil mi? Neden onlar da bu projeye katılmasınlar? Onların çözümün bir parçası olmama lüksü var mı?


Ben insanlardan katılım talep ediyorum. Katılımda bulunmazlarsa başka insanlara gidiyorum. Bir başkasına, bir başkasına daha.

Ya benimle birlikte yürüyorlar ya da artık yanımda şikayet etmiyorlar. Size önerdiği ciddi bir çözümü reddettiğiniz birinin yanında, şikayet eder misiniz?

Benimle birlikte yürümeleri ya da en azından yanımda negatif şeyler konuşmamaları da iyi şeyler. İkisi de güzel. Siz ne dersiniz?
-------------------


savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



RAHATLIK BÖLGESİ NEDİR?





Rahatlık bölgesi kavramını çok sık duyuyoruz. Bu kavramı duyduğumuzda belki aklımıza gerçekten rahat bir bölge geliyor. Her insanın içinde olmak isteyeceği bu bölgede, yine her insanın hoşlanabileceği bir rahatlık olduğunu düşünebiliriz. Fakat rahatlık bölgesinin anlamı bu değildir. Rahatlık bölgelerimiz, mutlak anlamda rahat olmayabilir.

Rahatlık bölgesi, insanın iyi tanıdığı, riskleri önceden görebildiği ve zamanla bu risklere yeterince hazırlanmayı öğrendiği alan olarak tanımlanabilir. Sözgelimi cezaevi bile bir insan için rahatlık bölgesi olabilir.

Yazın dışarda barınabilen bazı insanlar, kışın sığınacak yerleri olmadığı için suç işler ve hapishaneye girerek kışı orada geçirirler. Çünkü cezaevi ortamı, onların tanıdığı, bildiği bir ortamdır. Halbuki, cezaevleri bir çok insan için itici ve rahatsız yerlerdir.

Kocasından sürekli dayak yediği halde, evliliğini bırakmayan insanların rahatlık bölgeleri evleridir. Çünkü dışarıdaki dünyayı tanımamaktadırlar ve nelerle karşılaşacaklarını bilmemektedirler. Dışarda karşılaşacakları şeyleri bilseler de, yaşamaları gereken değişimi ve gerekli hazırlıkları yapabilecek destekten ya da iç dirençten yoksundurlar. Her gün dayak yedikleri bir ev, onların rahatlık bölgesi olur.
İşlerindeki stresten dolayı sıkıntı çeken ve belki de sigara ya da içki tüketerek rahatlayan bir çok insanın da rahatlık bölgeleri, işleridir. Çünkü ne yaşayacaklarını bilmekte, yanlış yöntemlerle de olsa sorunlarıyla bir şekilde başa çıkabilmektedirler. Halbuki, yeni bir teşebbüs onlara bilinmeyenlerle dolu bir macera gibi gelir.
Zeki bir insan, kendisi gibi zeki ve kapasiteli olmayan insanları çevresine toplar. Onların ne yapacaklarını ve değişik olaylarda nasıl tepkiler vereceklerini bilirler. Bu emniyetli bir alandır, zeki insanların rahatlık bölgeleridir. Kapasitelerini geliştiremez, değişemezler ama acıtmayan, emniyetli bir hayat sürerler. Kendileri kadar ya da daha zeki insanlarla tanışmak, zorlayıcı bir süreçtir. Bilinmeyenlerle doludur. Zeki ya da bir şekilde kapasiteli ya da yetenekli bu insanlar bir çok insanın zaman geçirmek istemeyeceği, zayıf ve kapasitesiz insanlardan bir rahatlık bölgesi oluştururlar.
Bu insanlar, sürekli şikayet etseler de kendi rahatsız “rahatlık bölgelerinde” yaşamaya devam ederler. Bu tuzağın farkında da değillerdir.
Eğitimcilik hayatım boyunca çeşitli rahatlık bölgeleriyle karşılaştım. Bunlar, aslında rahatsız bölgelerdi. Fakat, bu bölgelerde yaşayan insanlar, bölgelerine ve hayatlarına alışmış, bu tuzağı görmüyorlardı.
Rahatlık bölgesi gerçekten rahat bir bölge de olabilir. Sizi acıtmayan, kırmayan ve huzurlu bir yer de olabilir. Fakat, bu bölge bir yandan, sizin daha iyiyi aramanıza engel de olabilir.
Bir düşünün bakalım sizin de gerçekten rahat ya da aslında “rahatsız” ama alıştığınız için sineye çektiğiniz rahatlık bölgeleriniz var mı?
-------------------

savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



REKLAMCILAR SİZCE DE BİRAZ ABARTMIYORLAR MI?




Reklam dünyası aldı başını gidiyor. Eğitimcilerin bile bazen öğrencilerle öğretilen konu arasında kurmayı ihmal ettikleri duygusal bağı, reklamcılar tüketiciyle ürün/ hizmet arasında ustalıkla kuruyorlar. İnsanlarla ürün ya da hizmet arasında duygusal bağ kurmanın sihrini ustalıkla kullanıyorlar.

Reklamını yaptıkları bankayı ailemiz gibi, tanıttıkları içeceği hayat iksirimiz gibi gösteriyorlar. Reklamlar duygu sağnağına dönüşmeye başladı. Bazen göz yaşlarımı zor tutuyorum desem yeridir.(!) Değişik stratejiler takip ediliyor. Duruma göre aile tanımını anne-baba ve çocuklar ya da anne-baba, çocuklar, nine-dede olarak yapılıyorlar. Ramazan ayındaki reklamlarda ailede yaşlılar da yer alıyor, banka reklamlarında nine ve dedeye yer yok. Bu örnekler çoğaltılabilir.
Hele bazı sloganlar iyice duygusallaşıyor. Sözgelimi araba kiralama şirketlerinden biri “size bir arabadan fazlasını kiralıyoruz” diyordu. Sonra o şirketten kiraladığımız arabaya baktım. Bir arabada benzerleri olan arabalardan daha fazla hiç bir şey yoktu. İyi bir arabaydı ama arabaydı işte. Arabadaki kalite de zaten kiralama şirketinin değil, arabayı üreten firmanın marifetiydi. Araba kiralama şirketi, herkese de aynı kalitede araba vermiyordu. Az para öderseniz, daha az kaliteli bir araba kiralıyordu size. Üstelik verilen her hizmetin parası da fazla fazla alınıyordu. Sözgelimi, depoyu şirketin benzin istasyonundan doldurursanız, aynı benzine daha fazla para ödüyordunuz.

İstanbul’da bir belediye otobüsünde de şu yazıyı gördüm: “Bu arabada güvendesiniz, çünkü sigortalısınız!” “Bu kadar da olmaz” dedim. Allah’ın işine de karışmaya başladılar. Benim bildiğim muhtemel kazalardan doğacak mali sorunları karşılamak için sigorta yaptırılır. Yani sigortanız sizi kaza yapmaktan korumaz. Sigortalı arabadaki sürücü daha dikkatli mi oluyor? Kazalara karşı efsunlanıyor mu? Diğer taşıtların sürücüleri, sigortalı bir arabaya karşı daha mı dikkatli davranıyor anlamadım. İşte sınırı aşan bir reklam sloganı. Sigorta şirketinin ecelle anlaşması mı var ki ben onun sigorta yaptığı bir otobüste, sözgelimi şoför yanlış bir sollama yapsa bile kaza yaşamıyorum?

İnsanların hizmet ve ürünle duygusal bağ kurmaları için çalışmak mantıklı. Ben de reklamcı olsam, bunu yaparım. İyi bir ürünün sadece teknik özelliklerini anlatmam. Ürünün teknik özelliklerini anlatan reklamlarda bile duygusal bağ gizlice kurulur. Sözgelimi çamaşır makinelerini kireçten koruduğu iddia edilen bir ürün var. Onun reklamında yakışıklı aktörler değil, gerçekten tamirci olan bu hissi veren kişiler rol alıyor. Her gün gördüğümüz tipleri reklamlarda görmek bizi etkiliyor. Adam gerçekten tamirci ya da bu izlenimi veriyor çünkü.

Fakat, abartmak, bir ürünü kullanmayı hayati bir konu haline getirmek çok garip. Sonuçta, o ürünü kullanmak bana daha çok zaman ve para getirmeyecek. Büyük cirolardan ya da olanaklardan bana somut bir getiri sağlamayacak. Bana bunları sağlıyorsa elbette üzerinde düşünür ve gerekirse duygulanırım.

Konu gıda, su, temizlik maddeleri ya da bunun gibi bedenle doğrudan ilişkili şeylerse, gerçekten reklamlar da hassas olabilir. Ne idüğü belirsiz deterjanlardan zehirlenip ölen insanlar var. Ama bir bankayı benim ruh eşim yapmaya çalışan ya da “bizden sigorta yaptırırsanız Tanrı sizi korur” gibi mesajları ima eden reklamlar bana itici geliyor.
Siz ne dersiniz?
-------------------


savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



SİZİ ALLAH’A EMANET EDİYORUM, ÇÜNKÜ KENDİNİZE İYİ BAKAMAYACAK KADAR MEŞGULSÜNÜZ




Son zamanlarda, yabancı filmlerin etkisiyle Türkçemize giren pek çok deyim var. Bunların bir kısmı bizim kültürümüze uymaktadır. Ama bazıları dilimizde ve kültürümüzde yama gibi dururlar. Çünkü dil ve kültür iç içedir ve her söz kendi kültürünü de taşır.

Dikkatimi çeken ve “yabancı” kokan tabirlerden biri de “kendine iyi bak” tabiridir. Yabancı kokan ve sevdiğim şeyler de var. Ama “kendine iyi bak” tabiri, bence yalnız ve Tanrıdan uzak medeniyetlerde, insanı yine insana emanet etme ifadesidir. Bu da beni rahatsız ediyor.

Modern zamanlarda, gelişen teknoloji ve olanaklarla birlikte, bazen insanlar, kendilerini güçlü hissetmekte ve belki de Tanrıya olan ihtiyaçlarının zayıfladığını düşünmektedirler. Diz üstü bilgisayarlarının, cep telefonlarının ve kredi kartlarının onları yeterince güçlendirdiğini sanan insanlar, aslında bir yandan zayıf düştüklerini görmüyorlar.

“Kendine iyi bak” ifadesini kullanan insanlar, Ali Çolak’ın ifade ettiği gibi “senden başka güvenecek kimsen yok ha!” demektedirler.

Acaba gerçekten öyle mi? Gerçekten çağımız insanını kendisine emanet edebilir miyiz? Onun kendisine iyi bakabileceğini düşünebilir miyiz? Bir bakalım.
Günde on iki saat çalışan ve bu kargaşa içinde ne yediğine ne içtiğine dikkat edemeyen, başarmak için önce sağlığını gözden çıkaran bir insanı kendisine emanet edebilir miyiz?
Yoğun iş hayatı içinde hayatını, şirketinin ya da organizasyonunun hedeflerine adamış, işsizlik korkusuyla, ki haklı bir korkudur, önce kendi özel hayatından taviz veren bir insanı kendisine emanet edebilir miyiz?

Zihnini esir almaya çalışan sağnak reklam yağmurları altında yaşayan, her gün televizyon, internet, radyo marifetiyle zihni darmadağın edilen, çocuğunu otoparkta ya da markette unutan çağımız insanı, kendisine bakabilir mi?

Sabah e-mail kutusunu açıp gelen mailleri okumaya başladığında önceliklerini unutan, televizyon başında ailesiyle görünen ama aslında ekranda kaybolan, aşk edebiyatı yaparken, eşine olan saygısını ve eşinin ona olan saygısını yitiren bir insana kendisini emanet olarak bırakabilir miyiz?

Yoğun koşuşturma içinde evlilik yıldönümünü ya da sevdiklerinin yaş günlerini unutan birisi, kendisini de unutmaz mı?
Zihni bu kadar dağınık, yaptığı seçimleri ve sonuçları arasındaki ilişkiyi çoğu zaman farkında olmayan modern insanı emanet edeceğiniz en son kişi kendisidir.
Ben sizi Allah’a emanet ediyorum. Bana ve size en iyi O bakar. Emanetlere en sadık O’dur. Siz de beni Allah’a emanet edin. Ben de, sizler de, kendimize bakamayacak kadar meşgul ve dağınık zihinlere sahibiz.
Kendinize iyi bakın ama yine de Allah’a emanet olun.

----------------

(Not: Okur dostlarım "kendine iyi bak" sözü yerine kullanılabilecek değişik alternatifler istiyorlar. Sizlere bir alternatif vereyim hemen: "Sağlıcakla kal(ın)" Bu ifade, "kendine iyi bak ifadesine iyi bir alternatif olabilir diye düşünüyorum.)
-------------------
savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



NE YAZIK Kİ HER YERE GİDEMİYORUM, FAZLA TELEVİZYON SEYREDEMİYORUM





Bazen arkadaşlarım güzel organizasyonlardan ve çalışmalardan söz ediyorlar. Bilgi almak istediğimde beni bir arkadaşlarıyla tanıştırmak ya da o konuda uzman birinin konuşmasını dinlemeye davet ediyorlar. Bu, aslında mantıklı bir tavır. Bununla birlikte, ilgi duyduğum, hakkında bilgi sahibi olmak istediğim her organizasyonu ziyaret etmem mümkün değil.

Bir dostum beni bir organizasyonu tanımaya davet ettiğinde, önce bana ön bilgi verebilecek dokumanları incelemeyi tercih ediyorum. Çünkü davet edilen her yere gitmeniz halinde öncelikleriniz kayboluyor. Halbuki, biraz ön bilgi alabilsem, belki o organizasyonu ziyaret etmek için sebeplerim olacak hem de hazır gidebileceğim. Ziyaretim, daha verimli ve anlamlı olacak. Fakat bazen yeterli dokuman ya da kitapları olmayan, sadece söze dayalı olarak tanıtılan organizasyonlarla muhatap oluyorum.

Bir organizasyon için, araçların önemi çok büyüktür. Organizasyon hakkında kısaca ya da ayrıntılı bilgi veren, ihtiyaca göre kişilere sunulabilen araçlar, çok büyük önem taşır.

Sözel tavsiyeyle aritmetik büyüyen (1, 2, 3, 4…) organizasyonların aksine, kitap, kaset, CD v.s gibi araçları kullanan organizasyonlar (2, 4, 6, 8…) geometrik büyür. Neden? Bu çok uzun bir konudur. Ama birkaç ipucu vereyim:

Diyelim ki ben, konuya inanıyorum ama yeterince bilgim yok ya da konuşmayı fazla beceremiyorum. Muhatabım olan insana organizasyonumla ya da konumla ilgili olarak bir kaset ya da başka bir dokuman verebilir, onun konuyu incelemesini sağlayabilirim.

Muhatabım olan kişi, belki beni dinlemek istemiyordur, zamanı da olmayabilir. Ama verdiğim bir dokumanı evinde ya da uygun bir ortamda inceleyebilir. Ben olmadan da öğrenebilir.

Bir günde kaç insanla konuşabiliriz? Fazla değil. Çünkü hepimiz çalışıyoruz. Halbuki insanlara kasetlerle, kitaplarla ulaşabiliriz. Bir gün içinde bir çok insana kasetler ya da kitaplar tavsiye edebiliriz. Ama bir araya gelebileceğimiz insan sayısı o kadar fazla değildir.

Sözgelimi, benden oy isteyen arkadaşlar oluyor. Parti programlarını soruyorum. Vaat ettikleri şeyleri nasıl sağlayacaklarını, düşünsel yol haritalarını okumak, incelemek istediğimi söylüyorum. Cevap olarak liderlerinin her gün televizyonda konuştuğunu dinleyebileceğimi söylüyorlar. Bir de beni suçluyorlar. Ne kadar garip bir tepki! Ben televizyon seyretmek zorunda değilim. O saatte televizyon karşısında olmak zorunda değilim. Çünkü davet edilen benim. Sonra televizyonu nasıl önereyim, nasıl kaynak olarak göstereyim? Evimde programların kayıtları yok ve zaman ayırabileceğim bir şey de değil. Diyelim ki ben o partiye inandım ve tanıtmak istiyorum, insanları televizyon başına, mitinglere mi davet edeyim? Biz insanları televizyon başına çekersek bugün parti liderini yarın maçları, öbür gün çarkıfeleği seyretmeye başlarlar. Sonra, nereden bulacağız okuyan, düşünen aktif insanları?

Herkesin anlamlı bir şekilde susup, insanları dinlediği ve onların ihtiyaçlarına göre kaynaklar önerdiği bir dünya düşlüyorum. Organizasyonların böyle büyüyeceğine inanıyorum.

İşte size bazı ip uçları verdim. Siz üzerinde düşünün.
-----------


savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



DOĞRUDAN SATIŞ ŞİRKETLERİ NEDEN BAŞARILI OLUYOR?




Yabancı şirketlerden öğrenecek çok şey var. Bütün dünyada yer kendine yer bulmak, çok da kolay bir şey değil. Özellikle başarılı şirketlerin çalışmalarını inceleyip, onlardan bir şeyler öğrenebiliriz.

Ülkemizde biraz para kazanmaya başlayınca araştırma-geliştirme çalışmalarını iyice rafa kaldıran, insan ilişkileriyle ya da iş dünyasıyla ilgili olarak okumayı lüks olarak algılayan bir çok iş adamı ve iş kadını var. Bu, ilgisizlik onlara para ve zaman kaybettiriyor, fakat bunu farkına varmaları da zaman alıyor.

Halbuki etrafımıza biraz bakmak, bize zaman kazandırabilir.

Son zamanlarda yükselen bir dalga olan katlı pazarlamanın/ doğrudan satışın nasıl bu başarıya ulaştığı konusunda, bir tüketici ve iş adamı olarak biraz yakalayabildiğim ip uçlarını sizinle paylaşayım. Bu sektörün en eski ismi olan Amway şirketinden size örnekler vermek isterim:

Bu şirket, tüketiciye de pastadan pay veriyor. Daha önce toptancı ve perakendeciye sunulan pastayı tüketiciye sunmaktadır. Bu da herkesin tavsiye ticaretiyle biraz olsun ya da üst sınırı olmayan bir şekilde para kazanmasına imkan veriyor. İnsanların zaten yaptığı bir şey olan tüketimi, sadece tavsiye konusunu dahil ederek para ve zaman kazanma imkanına dönüştürüyor. Sistem kötüye kullanıma kapalı olduğu için, klasik ticarette başarılı olmayacak ama girişimci ruh taşıyan insanlar da, usta ticaret insanları da bu işi yapabiliyor.

Ürünler, kaliteli. Güvenlik duygusu içinde tavsiye edilebiliyor. Son kullanıcı ya da üyeler, ürünü koşulsuz geri iade edebiliyor. Bu, şirketin hem ürünlerine hem de üye ve müşterilerine olan güveninin işareti. Yüzde yüz tatmin garantisi, kurum ve üyeleri ve müşterileri arasında saygın bir ilişkinin çekirdeği.

Amway girişimcileri, son kullanıcının ayağına gidiyorlar. Kapıdan satış yapanların aksine saygıyla karşılanıyorlar. Çünkü Network21 gibi motivasyon ve etik eğitimi veren okullar, girişimcilere, dürüst olmak, randevu alarak gitmek, müşterinin işine yaramayacak bir şeyi önermemek gibi ilkeleri veriyor. Bu eğitim de, bir tarafın kazanıp uzaklaştığı bir alışveriş değil, iki tarafın da kazandığı uzun soluklu bir ilişkiyi meydana getiriyor. Bu ilişkiler, zaman içinde dostluğa ve takım çalışmasına dönüşebiliyor.

Amway, bir yandan kaliteli ürünleri olan diğer şirketlerin de ürünlerini dağıtıyor. Başka şirketlerin de kazanmasına imkan tanıyor. Dolayısıyla kalite öne çıkıyor, kaliteli şirketlerle Amway arasında negatif bir rekabetin olması engelleniyor.

Şirketin, girişimci distribütörlerine sağladığı başka bir avantaj da zaman kazandırması. Organizasyonları büyüdükçe, telif ücretleri almaya başlayan girişimciler, kendilerine, ailelerine ve sevdikleri konulara daha çok zaman ayırabiliyorlar. Bu imkan, aynı miktarda ya da daha çok para kazandırsa da başka sektörlerde yok. Parasal sorunu olmayan ama ailelerine ve kendilerine zaman ayıramayan iş adamları ve iş kadınları da zaman "kazandıran" bu işi bunu çekici buluyor.

Amway girişimcileri, son kullanıcılara kaliteli bir hizmet verdikleri ve diğer girişimcilere de para ve zaman kazanma konusunda yardımcı oldukları için, takdir topluyorlar. Klasik piyasada çok rastlanan kıskançlıklar bu sektörde fazla yer etmiyor.

Network21 gibi eğitim sistemleri, esnaf/ meslek loncaları işlevi görerek girişimcileri eğitiyor. Kıskançlık, başkasının işine karışmak v.s. gibi bir ölçüde doğal olan duygular inkar edilmeden, bu duygular takım çalışması, yardımlaşma, takdir etme gibi pozitif alanlara kanalize ediliyor.

Amway işiyle ilgilenen insanları gözlemlediğinizde, paradan çok, hayalleri için çalıştıklarını görmek mümkün. Çünkü, Amway iş fırsatı herkese açık olmakla birlikte, bu işe ilgi gösteren insanların bazı ortak özellikleri var: Bu insanlar, paranın her zaman daha çok zaman ve özgürlük getirmediğini düşünüyorlar. Zamanlarını ve sağlıklarını alan ve karşılığında para sağlayan işleri yapmak istemiyorlar ve takım çalışmasının, eğitimin, paylaşımın ve para yanında, bir anlamda özgürlük sağlayan bu işe ilgi duyuyorlar.


Erkeklerin dünyasında çalışmak istemeyen bayanlar da, sadece bayanlarla muhatap olabilme özgürlüğünden dolayı bu işi cazip buluyorlar.

İş adamları ve kadınları, Amway iş fırsatına katılmasalar da kaliteli ürünleri kullanabilirler. Fakat her şekilde bu sistemi kesinlikle incelemeleri gerektiğini düşünüyorum.

-----------

savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



MADEM Kİ İNSANIM ZULMETMELİYİM (Mİ?)





Kendi gerçekliğimi kurmak ve kendi gerçekliğimde yaşamak için bazı şeylerden kaçarım. Bunlardan biri de haberleri seyretmemek ya da dinlememektir. İlgilendiğim konularda okur, kötü haberleri duymaktan kaçınırım. Çünkü olup bitenleri derinden hissederim. Bu bana ağır gelir.

Bana en itici gelen haberler ve görüntüler, insanın insana fiziksel ya da psikolojik olarak eziyet etmesidir. Yaratıcıya karşı her zaman saygılı olmaya çalışır ve her şeyin bir hikmeti olduğunu düşünürüm.

Bununla birlikte dimağımı ve kalbimi zorlayan şeyler olur. Bunlardan biri de zayıflara, özellikle çocuklara eziyet edilmesidir. Kendisinden başka kimseye zarar vermeyen, kendisine kötülük eden insanlar için hayır dua edebilir ve daha iyi olmasını dileyebilirim. Ama çocuklara kötü davranan insanlara hayır dua etmek içimden gelmez.

Çocuklara ve kendisinden zayıf bir yaratılmışa karşı zalimce davranmak, bana “iğrenç” gelir. Bir çocuk, eziyeti hak edecek ne yapabilir? Çocuklara eziyet eden biri zihinsel olarak hasta değilse cezaevine gönderilmeyi hak eder.

Malatya'da ortaya çıkan ve benim görüntülerini seyretmekten kaçınmayı başardığım olaylar bizi üzdü. Fakat çocuklara yapılan zulme her yerde rastlayabiliriz. Çocuklarını dinlemeyen anne babalar, gereksiz yere cezalandıran yetişkinler, iddia bültenleri okumak için saatler harcayan, ama çocuğuyla ilgili tek bir satır okumayan “vurdumduymaz” insanlar her yerde.

Kendilerinden güçlü birisinin yanında el pençe divan duran, ama zayıfları ve çocukları ezen, hırpalayan bu sefil insanlar her yerde. Onlardan uzak duruyorum. Kalbim parçalanıyor. Onlara ulaşamıyorum da. O kadar farklı bir düzlemde yaşıyorlar ve o kadar farklı bir dil kullanıyorlar ki.

Bu insanların çocuklarına da ulaşmak mümkün olmuyor. Sevgi dili bilmeyen bu çocuklara, artık sevgi de sökmüyor. Tedavi edilmeleri, dönüşmeleri, uzun ve acılı bir çaba gerektiriyor. Gerekli gereksiz tokat yiyen ve azarlanan bu çocuklara sevgi dilini de öğretmek zaman alıyor. Cezaevleri, ıslahevleri onlarla dolu.

Küçücük bedenleri ve hayat dolu gözleri, çaresizlikle doluyor. Yetişkinleri bile çökerten yalnızlık ve çaresizlik duygusunun, küçük bir çocuğa neler yapabileceğini düşünmek bile istemiyorum.

Bir gençle ya da bir çocukla iletişim içine girdiğim zaman, genç ve kırılgan bir beden ve kalple karşı karşıya olduğu düşünür ve dikkatli konuşurum. Çünkü özellikle çocukların ve gençlerin çok kırılgan bir kalpleri vardır.

Peki, ben ya da duyarlı bütün eğitimciler böyle yaparken neden bazı insanlar bunun tersini yaparlar? Acaba zayıf ezmek, yetişkin olmanın gereği de biz mi bilmiyoruz?

Ne diyeyim? “Yaşasın zalimler için cehennem” diyorum. Başka bir şey demiyorum.
---------------

Savaş ŞENEL: İngilizce Öğretmeniİletişim DanışmanıOkunaklı-Anlaşılır Yazarlık Koçu
savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



NEYDİM, NE OLMAYA ÇALIŞIYORUM?




Bir ara çok sosyal bir insan olduğumu düşünüyordum. İnsanlar belki beni seviyorlardı. Fakat tavsiye ettiğim şeyleri yapmadıklarını görünce, aslında uzun soluklu bir aldanmanın içinde olduğumu fark ettim. İnsanlar beni seviyordu ama neden benim önerilerime kulak asmıyorlardı?

Beni hoş sohbet biri olarak görüyorlardı. Fakat önerilerime değer vermiyorlardı, yani ben onlar için patlamış mısır yemek ya da televizyon seyretmek gibi bir etkinliğin merkeziydim. Sevilmekle, güvenilmenin farklı olduğunu anladım.

Bu durumda önce kendimi sorguladım. Kendimce bazı sonuçlara vardım. Bunları sizinle de paylaşmak istiyorum.


En önemlisi, çok önemli şeyleri sık sık ve sorulmadan söylediğimi anladım. Gereğinden fazla konuşuyordum. Verdiğim bilgi değersizleşiyordu. Sonra el altındaydım, insanlar, görüşmek istedikleri zaman onları geri çevirmediğim için beni fazla meşgul olmayan biri sanıyorlardı. Gerçekten de kendi zamanımı düşüncesizce harcadığımı fark ettim. Aileme, sevdiklerime, inançlarıma ya da kendime ayırmam gereken zamanı başka insanlar için verimsiz bir şekilde harcıyordum. İnsanın doğası buydu, onlara kolayca zaman ayıran birini ciddiye almıyorlar, alamıyorlardı.

Sonra başka bir beklenti fark ettim. İnsanlar, anlattığım her şeyi uygulamamı bekliyorlardı. Oysa ben her gün bir şeyler okuyan bir eğitimciydim. Yani her konuda ilginç bir önerim olabilirdi. Okuduğum, ilginç bulduğum ve ilgilenebilecek birine anlattığım her projeyi ben nasıl hayata geçirecektim? Sözgelimi politikayla ilgili dikkat çekici bir proje ya da yaklaşım duymuş ya da okumuştum. Bunu politikayla ilgilenen arkadaşlarıma anlatmam normal değil miydi? Önce kendim politikaya atılıp uygulamalı mıydım?

Bu arada anlattığım ama aslında uygulamam gerektiği halde uygulamadım bir sürü şeyi farkına vardım. Bu da büyük bir eksiklikti. Bazı konularda, söylediğini yapmayan etkisiz eğitimcilerden biri konumundaydım.

Lider olmadığımı fark ettim. Sosyal ve çevresi geniş biri olmakla, insanları etkileyen, onlardan takım kurabilen biri olmanın farkını anladım. Lider olmak zorunda mıydım? Aslında her konuda lider olmak zorunda değildim. Ama bazı konulardaki hedeflerim, lider olmamı gerektiriyordu. Çünkü bu konular, hayatın diğer konularıyla iç içeydi.

Şimdi ne yaptığımı sorarsanız, sormadan söylemiyorum. Hatta soranın tarzına bakıp sorulsa da cevap vermediğim zamanlar oluyor. Daha çok dinliyorum. Maddi ya da manevi ortak bir projemiz olmayan insanlarla ne yazık ki görüşmüyorum, zaten doğal olarak görüşmek için bir sebep ve zaman da olmuyor.

İki taraf için de uygun bir zaman belirlemeden, randevu vermiyorum. Randevumuzda ne konuşacağımızı ve ne beklendiğini öğrenmeden randevu tarihi/ zamanı belirlemiyorum.

Bol bol kitap okuyor, seminerler dinliyorum. Evimde gittikçe zenginleşen bir kaset/ CD arşivim var.


Bana fikir soran ama tavsiyelerimi yerine getirmeden yeniden görüşme talep eden hiç kimseye, geçerli bir mazereti yoksa, ikinci bir şans vermiyorum. “O kitabı okuyunca görüşelim” ya da “Hayallerini ve hedeflerini yazıya dökünce beni ara” gibi ifadeleri çok sık kullanıyorum. Bunu, "bilginin, kutsal olduğu" gerçeğini vurgulamak amacıyla yapıyorum.

İnsanları kaynaklara ve kaynak kişilere ulaştırmaya çalışıyorum. Bu kaynakları değerlendiren, bana yeni sorularla ya da açıklamalarla gelen insanlara kapımı her zaman açık tutuyorum. Anlattığım şeyleri yaşamaya çalışıyorum. Bu elbette zaman zaman çok sıkıntılı oluyor. Ama iç ve dış bütünlüğünü sağlamak amacıyla yaşanan sürecin de ödülün bir parçası olduğunu ve beni olgunlaştırdığını düşünüyorum. Bu düşünce de beni rahatlatıyor.

Elbette şimdi de sosyal ve herkesle iletişim halinde olan bir insanım. Bununla birlikte, zamanımı kime yatıracağım konusunda hassas olmaya çalışıyorum. Bu yaklaşımımın sadece maddi/ mali beklentileri temel aldığını sanmayın. İş merkezli olmayan konularda da tavrım aynı. Kendisi değişmediği gibi bana da negatif enerji veren insanlarla iletişim halinde olmamayı tercih ediyorum. Fakat okuyan, dinleyen, öğrenen ve dolayısıyla karşılıklı birbirimize katkıda bulunabildiğimiz insanlarla zaman geçirmek, onlara maddi manevi kaynaklarımı açmak bana büyük keyif veriyor.

Kartal gibi uçamıyorum, bunu öğrenmek için kartallarla tanışıyorum.

Ne dersiniz doğru mu yapıyorum?
-------------------

savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



ÖLMEDEN ÖNCE YAPMAK İSTEDİKLERİM




İnsan, ölümünü, öncesini ve sonrasını planlayabilir mi? Belki bazı dostlarım, bu cümleyi yanlış anlayacaklar. Ben bu yazımda planlama kelimesini, kontrol altına almak anlamında kullanmıyorum, hazır olmak anlamında kullanıyorum.

Hayatını planlamak, Tanrıya meydan okumak değildir. Aslında çok güzel bir dua tarzıdır. Plan yapmak, bazı hedeflere odaklanmak, tavırla, lisan-ı halle dua etmektir. Burada işin sırrı sizin tutumunuzdur. İşin inceliği, kötü ya da iyi olsun herhangi bir şeye odaklanmanın, bir tavır duası olduğunu farkına varmaktadır.

Belki de sevdiğim bir takım insanların yavaş yavaş çekip gitmelerinden dolayı, şu sıralar ölümü çok sık düşünüyorum. Ertesi gün yapılacak bir düğüne ya da hoş bir şeye hazırlanır gibi ölüme de hazırlanmak güzel olsa gerek. Bir tatilin sonunda eve döndüğümüzde yapacaklarımızı planladığımız gibi ölüm öncesi ve sonrasını da planlamak mümkün değil mi?

Neden olmasın? Hatta olması gereken de budur. Bu konuda “öldüğümde şu projeleri tamamlamış ya da başlatmış olmalıyım” ifadesinden “çocuklarıma dürüstçe kazanılmış maddi ve manevi bir zenginlik bırakmak istiyorum” ifadesine kadar bir çok ifade kullanılabilir. “Ölümümden sonra bana sorulacak sorulara şu cevapları verebilmek istiyorum” ifadesi de güzel bir planın parçası olabilir.

Hayatınız boyu planladığınız, gerçekleştirmeyi beklediğiniz ve umduğunuz şeylere Tanrı ilgisiz kalır mı acaba? Sanmıyorum. Sanmıyorum deyişim de yine bir kontrolün ifadesi değil, bu ifadem de bir beklenti, bir dua. Bir takım iyi şeylerin peşinden hayatınız boyu gitmeniz, çok güzel bir dua olmaz mıydı?

Bence istikrar ve kararlılık çok güzel bir dua olur. Buna yürekten inanıyorum. Bir akşam ya da bir sabah, öldüğünüz zaman gerçekleştirmiş olmak istediğiniz şeylerin bir listesini yapmak, ölümü de hazmetmiş olma halinin göstergesi değil midir? Mesela çocuklarınıza doya doya sarılmış olmayı, eşinizle hayatınızı birlikte ve dolu dolu yaşamış olmayı da listeye ekleyebilirsiniz. Bir yolculuğa çıkmadan önce, yapılacak işlerin listesini yapmaz mısınız? Evin annesiyseniz siz gittikten sonra ev halkı öğün atlamasın diye yemekleri hazırlayıp dolaba koymaz mısınız ya da evin babası olarak faturaları yatırıp, ihtiyaçlar için para bırakmaz mısınız?

Ölüm tarihinizi elbette bilemezsiniz ama ölmeden önce yapmak istediklerinizi yazın. Belki buralarda, sevdiklerinizi yanında belki de uzaklarda inançlarınız için çalışırken ölmek istersiniz. Sizin bileceğiniz iş. İstedikleriniz her neyse tarihlerini belirleyin. Uzun ya da kısa olabilecek listenizin altına güzel bir dua yazın. Gerçek kontrolün kimde olduğunu bildiğinizi de bir güzel not edin.

Ben ölümden korkmuyorum. İşin hesap tarafı elbette yürek titretiyor. Ama ölüm de güzel. Ölmeden önce yapacaklarım uzun bir liste olacak gibi. Çocuklarımın büyüdüklerini, hedeflediğim projelerin gerçekleştiğini ya da emin ellere geçtiğini görmek istiyorum. Akrabalarımla güzel bir toplantıda buluşmak, yazmak istediğim kitapları yazmak, kalbini kırdığım insanların bir şekilde gönlünü almak istiyorum. Dünyanın bütün başkentlerini görmek, sonra da bu dünyaya bir Ramazan günü veda etmek istiyorum. Gündüz, açlıkla süzgün İstanbul’u seyretmek, bir akşam ezanı daha dinlemek ve ailece iftar etmek de listem de var. Bu liste biter bitmez, ölüm beni gelip alsın demiyorum. Sadece, planladığım şeyleri buralardan gitmeden önce tamamlamak istiyorum.

Takdir edilen zaman gelince, anneme ve yıllar önce, sadece birkaç gün yaşayıp bizi bırakan bebeğimize kavuşmak ve sonradan gelenleri karşılamak üzere yola çıkmak istiyorum. Bir turist gibi keyif alarak gezdiğim bu dünyadan ayrılıvermek madem ki kaçınılmaz, o halde hazır olmak en iyisi diye düşünüyorum.


Elbette takdir O’nun.
-----------

savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri



ALKOL ALMAK SPORSEVERLİĞİN BİR PARÇASI MIDIR?





Zaman zaman spor gazetelerine bakarım. Okuyucularının spor yapmalarına değil, sporu seyretmelerine dayanan bir ciroları vardır. “Haydi Kartalım!”, “Türkiye ayakta!” vs. gibi duygusal, amiyane manşetler kullanırlar. Elime geçen her gazeteye şöyle bir baksam bile spor gazetelerine pek bakmam. Sporun felsefesine değinmeyen, başarıyla icra edilen sporun temel ilkelerini hayatımıza uygulayabileceğimiz şekilde damıtmayan gazetelerdir bunlar.

Spor gazetelerinin bazılarının/ çoğunun iç sayfalarına doğru ilerledikçe dokuz yüzlü hatlar ve alkol reklamları görülmeye başlar. Bira ve rakı, sporseverin “kankası” ya da “kankisidir”. Alkol ve sigara sporun ve sporcunun dostu değil, ama anladığım kadarıyla sanki sporseverin dostudur(!). Ama bu komik bir yaklaşımdır. Düşünün, formula 1 yarışmalarına sponsor olan sigara şirketleri, olimpiyatlara sponsor olabilir mi? Üzerinde sigara reklamıyla müsabakaya katılan bir tenisçi ya da atlet düşünebilir misiniz? Şöyle bir sigara reklamı nasıl olurdu bir düşünsenize: “--------- light: sporun ve sporcunun dostu!” Ne kadar komik olurdu!

Sporcular, alkol tüketseler bile onların gönüllerince içtiklerini mi sanıyoruz? Gönüllerince meyve bile yiyemeyen sporcuların, gönüllerince alkol almaları mümkün mü? Sigarayı konuşmaya zaten gerek yok. Peki sporseverlere ne oluyor? Ellerinde bira ve ağızlarında sigarayla, sporun ne yanıyla dost oluyorlar?

Peki gazetelerde yer alan dokuz yüzlü hatlara ne demeli? Sporseverler, maç seyrediyorlar, biralarını ve rakılarını içiyorlar. Sonra ne yapsınlar? Dokuz yüzlü hatlara takılıyorlar! Ara ve eğlenmene bak! Gündüzleri öğrencilik yapan ya da iş bulamadığı için orada çalışan yorgun bir bayan ya da erkek, 30 kişiyle paylaştığı bir odada sporseverimize rol yapıp onun paracıklarını Telekom ve kendi şirketi arasında paylaştırıyor.

Sporseverlik bu mudur? Elbette bu değil. Fakat spor gazetelerinin bir kısmının çizmek istediği sporsever portresi budur. Gram spor yapmayan, sigara tiryakisi, bira ve rakı düşkünü bir sporsever portresi çiziliyor durmadan. Bu tip portreler kime ne kazandırır siz düşünün.

Alkol kullanmayı, erkek ya da sporsever olmanın gereği olarak sunan düşünce tarzı bana hep sefil gelmiştir. Alkol kullanan insanları sefil olarak algılamıyorum. Bununla birlikte, insana zarar verdiği açık olan bir şeyin, delikanlılığın ya da sporseverliğin raconu olduğu hissini vermeye çalışmak, bana çok sefih geliyor. Evet reklamcılık bilgi vermeye dayanmaz, ürün veya hizmet ile tüketici arasında (negatif veya pozitif) duygusal bağ kurmaya dayanır. Zaten alkol hakkında nasıl olumlu bir bilgi verebilirsiniz ki? Ama olumlu bir his verebilirsiniz. “Sporsever ya da erkek olmanın şartlarından biri alkol almaktır” cümlesini gazetede kocaman harflerle yazarsanız, tepki alırsınız, ama “sporsever ya da erkek olmanın şartlarından biri alkol almaktır” hissini gizlice verdiğinizde tepki almazsınız. Reklam şirketlerinin bir kısmı, parasını vermek şartıyla herhangi bir “rezil” şeyin hayatımızın parçası olması gerektiği “hissini” vermeye hazırdırlar.

Alkol ve dokuz yüzlü hatlar, ne sporun, ne sporcunun ne de sporseverin dostudur diye düşünüyorum. Kimlerin dostu olduğu ise tartışma konusudur.
-----------

savassenel@gmail.com, savassenel@yahoo.com
--------------
Savaş ŞENEL Kitapları - Tercümeleri